Diyap Yıldırım Kimdir, Nerelidir, Nerede Doğdu? Kaç Yaşında, Nerede ve Nasıl Öldü?
Diyap Yıldırım Kimdir? Biyografisi, Hayatı, Özgeçmişi, Doğum Yeri, Doğum Tarihi, Fotoğrafı Kaç Yaşında Nerede Nasıl Öldüğü, Memleketi ve Nereli Olduğu? Diyap Yıldırım hakkında merak ettiğiniz her şey haberimizde…
DİYAP YILDIRIM KİMDİR?
Doğum tarihi : 01.Nisan.1852 Ölüm tarihi : 09.Eylül.1935
Diyap Yıldırım kaç yaşında öldü : 83
Kilo & Boy :
Burcu : Koç
Meslek : Milletvekili
Diyap Yıldırım doğum yeri : Çemişgezek, Tunceli
Ölüm yeri : Divriği, Sivas
DİYAP YILDIRIM BİYOGRAFİSİ
Zaza siyasetçi ve aşiret reisi, I. TBMM Tunceli milletvekili. Meclis’te Dersim Milletvekili olarak yer alan ve Atatürk’ün yanında Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü için mücadele eden Dersimli Diyap Ağa’dır.
Diyap Yıldırım, 1 Nisan 1852 tarihinde Tunceli’nin Çemişgezek ilçesinde doğmuştur. Dersim yöresindeki Ferhatuşağı aşiretinin reisi olarak özel öğrenim gördü. Babasının adı Seyyit Han, dedesi Kahraman Ağa’dır. Mensup olduğu aşiret Ferhatuşağı’dır.
Hamidiyan oldu. Birinci Dünya Savaşı'nda Siirt ve Bitlis'in Rus işgalinden kurtarılması savaşlarına katıldı. Ordu komutanı Mustafa Kemal ATATÜRKile dost oldu. Kurtuluş Savaşı başladığında Erzurum ve Sivas kongrelerini destekledi (1919).
Ankara'da toplanan ilk TBMM'ye Dersim milletvekili olarak katıldı
Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Türk- Kürt kardeşliğinin, emperyalizme karşı Türk- Kürt ortak mücadelesinin en önemli sembollerinden biridir. Diyap Ağa, emperyalizmin kirli oyunlarına alet olmayarak, Türk milletinin bağımsızlık savaşına destek olan gerçek vatanseverdir.
Mustafa Kemal ATATÜRK, 29 Ağustos 1919’da Erzurum’dan Sivas’a giderken, Diyap Ağa ve arkadaşları, Ali Galip bey’in topladığı ayrılıkçı Kürtlerin, Erzincanboğazında Atatürk’e zarar vermelerini engellemek için oraya gelerek Atatürk’ü korumuşlardır
Tarihe Ali Galip Olayı adı ile geçen ve Ali Galip bey’in, Erzincan boğazında Atatürk’e pusu kurmayı düşündüğünü öğrenen Diyarbakır 8. Kolordu Komutanı, Dersimli Binbaşı Hasan Hayri Bey’i Dersim’e göndererek Dersimli aşiretleri Atatürk’ü korumaya çağırmıştır. Hasan Hayri Bey, Elazığ’a gelip Hüseynik köyünde kayınpederinin yeğeni Karerli Mehmet Efendi’ye misafir olmuştur. İşte o Karerli Mehmet Efendi, Diyap Ağa ve arkadaşlarının, Erzincan boğazında Atatürk’e yapılacak muhtemel bir saldırıya engel olmak için çalıştıklarını şöyle anlatmıştır.
“… Mustafa Kemal Paşa ve ekibi Erzincan’dan Sivas’a giderken Dersimli aşiretler, onun yolunu kesip öldürecekler diye haber alan Erzincan ileri gelenleri, Mustafa Kemal Paşa’ya gitmemesini, yolda gidiş yolunun değiştirmesini rica etmişler, fakat Mustafa Kemal Paşa, ne pahasına olursa olsun programını aksatmayacağını, zamanındı bildirmiştir. “
Mustafa Kemal ve konvoyu Ovacık- Kemah güzergahını geçtikten sonra dar vadi içinde gizlenmiş bulunan aşiret birlikleri, gizlendikleri yerden çıkarak Mustafa Kemal’in konvoyunun yolunu kesmişler. Milis güçlerin sarıklı, sakallı, fişekli komutanı ileri çıkınca Mustafa Kemal’in ekibinde ki askerler telaşa kapılıp Mustafa Kemal’in etrafını sarıp korumaya almışlar. Onları yol kesen eşkıya sanan Mustafa Kemal Paşa, birkaç adım öne çıkarak: “ Düşman dört bir taraftan ülkemizi sarmışken siz beni öldürmek mi istiyorsunuz? Öyleyse ne duruyorsunuz, öldürün? Deyince;
Aşiret reislerinin komutanı:
“Siz bizi yanlış anladınız Paşam, ben Ferhatuşağı Aşiret Reisi Diyap Ağa’yım. Duyduk ki Harput Valisi Ali Galip sizi ve adamlarınızı öldürmek için eşkıyaya para dağıtmış, bizde sizin can güvenliğinizi sağlamak için Dersim aşiretleri olarak milis kuvvetleri oluşturup Erzincan’dan Divriği sınırına dek yol boyunca tedbirler aldık ve üç gündür sizin yolunuzu bekliyoruz.” deyince ;
Mustafa Kemal Paşa: “ Bu davranışınızı takdirle karşılıyorum. Memleketin sizlere ihtiyacı var Diyap Ağa. Gelecekten kimsenin endişesi olsun istemem. Gayemiz özgür bir ülke var edip onda Milli hakimiyeti tesis etmek ve kanunları hakim kılmaktır. Benim korunmaya değil, ülkenin kurtarılmaya ihtiyacı vardır. Bu bakımdan yerinize çekilmenizi ve memleketin kurtuluşu için üzerinize düşeni yapmanızı istiyorum. “ diyerek arabasına bindi ve konvoyuna hareket emrini verdi.
Diyap Ağa, Kurtuluş Savaşı sırasında mensup olduğu Ferhatuşağı Aşireti ile birlikte işgale karşı koymuş, Milli Hareket’in yanında yer almıştır. Atatürk’ün çok sevdiği ve dostluk kurduğu Diyap Ağa, Kütahya – Eskişehir Savaşları sonrasında Yunan ordusunun Ankara yakınlarına dayanmasına üzerine Meclis’in Kayseri’ye taşınması tartışılırken söz alıp Meclis kürsüsüne çıkmış “Buraya savaşmaya mı yoksa kaçmaya mı geldik”. Diyerek, Milli Mücadeleye tam destek vermiştir.
Diyap Ağa’nın 3 Kasım ıtlara şöyle geçmiştir.
“Efendiler, kusura bakmayınız, ben ihtiyarım. Hepimiz biliyor ve söylüyoruz ki; dinimiz ve diyanetimiz, aslımız, neslimiz hep birdir. Bizim içimizde ayrılık, gayrılık yoktur. İsmimiz de, dinimiz de Allah’ımız da birdir. Başka ne diyeyim. Hepinize söz yetiştirmeye ben takat getiremem. Hepimizin halimize göre söyleyeceğimiz sözlerimiz vardır. Hele bu haller bir düzelsin de ondan sonra daha çok konuşuruz. Bendeniz ihtiyarım, kusura bakmayınız. Murahhaslarımız haklarımızı kurtarmaya Avrupa’ya gidiyorlar. Allah yardımcıları olsun. Hamd olsun, gidenler dinini diyanetini bilen adamlardır. Zaten hepimiz biriz ve kardeşiz.
Ama düşmanlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar yapıyorlar. Sen şöyle, ben böyleyim diye. Ne yaparlarsa nafile, biz kardeşiz. Birisinin beş, bir diğerinin on oğlu olur. Biri Hasan, biri Mehmet, biri de Ahmet, bir Abdullah’tır. Fakat hepsi insandırlar. La ilahe İllallah, Muhammedün Resulullah… İşte bu… Hepsi bu…”
Diyap Ağa, dünün ve bugünün Türkiye Cumhuriyeti karşıtı ayrılıkçı Kürtlerine ders verircesine, kendisini Türk milletinin bir ferdi olarak görmüş ve göğsünü gere gere “Biz Türk’üz” demiştir.
1931 yılında Enver Behnan (Şapolyo), Diyap Ağa’yla bir röportaj yapmış ve bu röportaj aynı yıl “İlk Millet Meclisi’nin Yüz Yaşında ki Mebusu Anlatıyor” adıyla Yeni Gün gazetesinde yayınlanmıştır.
Geliniz hep birlikte Diyap Ağa’ya kulak verelim:
“Millet Meclisi’nin ilk azalarından Diyap Ağa’ya Karaoğlan’da rast geldim. Felaket ve zafer günlerinin bu bir hatırası olan bu aksakallı ihtiyara yaklaştım. Selam verdim ve kendimi tanıttım. Ertesi günü Nalbantoğlu Hıfzı Bey’le beraber misafir kaldığı Kayseri Oteli’ne gittik.
Otelin avlusunda bu tarihi şahsiyetle karşı karşıya idik. İri ak kaşlarını kaldırdı, mavi gözlerini gözlerime dikti:
“Oğul sen beni nerden tanıyorsun? Dedi.
“Birinci Millet Meclisi’nde Dersim Mebusu idiniz, sizi o zaman tanımıştım.”
“Aha Unutmamışsın!”
“Memleketin kurtuluşuna koşanlar hiç unutulur mu? dedim sonra ilave etti.
“Benden ne soracaksın?”
“Nasıl mebus olduğunuzu Birinci Millet Meclis’inde neler gördüğünüzü ve hayatınızı soracağım”
“Sor ki söyleyem”
Sordum, şunları anlattı:
Diyap Ağa bugün bir asrı idrak etmiştir, yani tam yüz yaşındadır. İkinci Mahmut zamanında doğmuş ve Türkiye’de ilk gazete ile aynı tarihte doğmuştur. 1831 tarihinde dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer Çemizgezek kazasının Eğerekkaryesidir (köyü) babasının adı Seyyit Han, dedesi Kahraman Ağa’dır. Mensup olduğu aşiret Ferhatuşağı’dır. Hayatını Dersim’in Balıkkaya dağlarında atlı olarak geçirmiş, Ferhatuşağı reisi olmuştur. 300 adamı ile dağdan dağa koşmuş, tam bir Türkmen hayatı yaşamıştır. Birçok mücadelelere girmiş olan bu efsane dağ adamı, bin bir ölüm tehlikesi geçirdikten sonra, Sultan Abdülhamit’in fermanı ile de Dergahı ali Kapıcıbaşılığı rütbesini almıştır. Dersim havalisinde örgütlenmeye gelen Ermeni komitacısını yakalamış ve bunların ellerini ayaklarını bağlayarak Yıldız Sarayı’na yollamıştır. Bundan sonra bir müddet nahiye müdürlüğü ve mahkeme azalığında bulunmuştur. Sekiz kez evlenmiş, 15 yakın çocuğu olmuştur. Hiçbiri sağ değildir. Bunların arasında eceli ile ölen yoktur.
“Ağam okumak yazmak bilirmisin?”
“Mebus olanda bilmezdim. Allah, Büyük Gazi’ye ömür versin. Yeni harfleri öğrendim.”
“Nasıl mebus çıktınız?”
“Gavur Anadolu’yu sardı. Hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet, ırz ve namus, Türklük tehlikeye düştü. İşittik ki Erzurum taraflarında cankurtaran bir paşa çıkmış, meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa’nın adı Mustafa Kemal imiş. Onun büyük yüzünü görmeye can attım. Fakat o zaman olmadı. Sonra Sivas’a oradan da Ankara’ya gelmiş. Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım. Bana “gitme ölürsün” dediler. “Zaten herkes mehvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek…” dedim. Benimle mebus seçilen Ayasuşağı Aşiretinden Zeynozade Mustafa Ağa korktu, gelmedi. Ben yanımda bir uşağım, atlara atladık, Elaziz’e geldim. Elaiz’de bana harcırah verdiler. Oradan bir yaylı araba tuttum. Malatya, Sivas, Kayseri yolu ile 18 günde Ankara’ya vardım. “
“Nerede kaldınız?”
“Taşhan’da bir müddet kaldım, sonra Hacı Bayram’da bir ev tuttum”
“Kaç senesinde geldiniz?”
“1336 senesinde geldim.”
“İlk defa Meclis’e nasıl girdin?”
“Dersim’de tanıdığım Hasan Hayri Bey, vardı. Beni Meclis’e götürdü. Kapıdan içeri girince yüreğime şevk geldi. Gözüm yaşardı. Burasını mektebe benzettim, kara kara sıralar vardı. Bir sıranın köşesine bende çöktüm. Biraz sonra Hasan Hayri Bey, beni dışarı çıkardı. Bir odaya götürdü. “
“Odada kimler vardı?”
“Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa, Kazım Paşa, vardı. Gazi Paşa ile birbirimizin elini tuttuk. “Safa geldin Ağa” dedi. Beni paşalarla tanıştırdı. Yanında oturdum. O dakikada Paşa’ya gönlüm ısınıverdi. Gözümü gözlerinden ayırmadım. Bu büyük adamla cenge değil, bastonuma dayana dayana ölüme bile giderdim.”
“Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktın mı?”
“İki kere çıktım. Bir sene geçmişti daha Mustafa Ağa gelmemişti. Meclis’te onun lafını ediyorlardı. Anladım ki mebusluktan çıkaracaklar. Kürsüye geldim. Konuşanlar bile sustu. Herkes bana şaştı. Diyeceğimi bekliyorlardı. Dedim ki: Mustafa Ağa’ya telgraf vurdum, yan gelir, yan gelmez, ola ki gele. Hep bir ağızdan bağrıştılar, el çırptılar.”
“Başka yok mu?”
“ Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürt’müş, orada bir Kürt hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. “LâilaheillâhMuhammmedürresullâllah” dedim. “Gerek Şafii, gerek Hambeli,gerek Hanefi hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Kürt değil, biz Türküz. Hepiniz Lâilaheillâllah demişsiniz. Şimdiden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız? dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu”
“Ağam o zamanlar sizin bir ecnebi kadına aşık olduğunuzu söylemişlerdi? “
“Aha canım! Ben Meclis’te büzülmüş otururdum. Yukarıya bir gavur karısı gelmiş, beni görmüş sormuş: Meclis dağıldı, dışarı çıkıyordum. Kara Bekir kolumdan tuttu beni risayet odasına götürdü. Hep paşalar ayakta idiler, aralarında güzel bir kadın gördüm. Paşa Hazretleri dedi ki:
“ Ağa bu kadın seni sevmiş! dedi.”
Kadın elimi tuttu. Ben de yüzüne bakarak şu beyti söyledim.
“Sev seni seveni hâk ile yeksan etse de
Sevme seni sevmeyeni Mısır’a sultan etse de. “
Hep gülüştüler. Kadın resmimi istedi. “Yarın gel yan yana bir resim çıkarak.” dedim. Bir daha görünmedi.
“Ağa kanunları nasıl yapıyordunuz?”
“Kanun yapmak, tıpkı yayıkta yağ yapmaya benziyor. Çalkalıyorduk, çalkalıyorduk. Yayıktan yağ çıkar gibi kanunda çalkalana, çalkalana çıkıyordu.”
“Bir zaman seyahate çıkmıştınız?” “Evet. Bir gün Meclis’in kapısı önünde idik. Gazi Paşa Hazretlerine dedim ki: Allah düzenimizi bozmasın, şanımızı arttırsın, kılıcımızı keskin, talihimizi açık etsin.” dedim. Bunu dediğim zaman gözümden yaş aktı. Paşa Hazretleri, beni kolumdan tutarak otomobiline aldı. Beraberce Eskişehir’e seyahat ettik. Allah Büyük Gazi’ye çok ömür versin, çok büyük adamdır. Kıymetini bilelim, ne diyem, bana çok şefkat muhabbet gösterdi. Allah da onun sevenini çok etsin. Bizim meclisimizde bir duamız bir de arkadaşlara imam vermemizden başka gayretimiz olmadı. “
“Ankara’yı nasıl buldunuz?”
“Cennet olmuş, şaştım kaldım. Tanınmaz hale gelmiş. Çalışanların gayreti var olsun.”
“12 sene sonra bu seyahatiniz ne içindir?”
“Gazi Hazretlerin ziyarete geldim.”
“Arzunuz nedir?”
“Hey oğul, ihtiyarlıktan çalışamıyorum. Memlekete çok hizmet ettim. Son ömrümde devletimden ve milletimden bir tekaütlük maaşımı almağa geldim. Bu işimde olursa mesut olarak memleketime döneceğim”
1931 yılında, Diyap Ağa’yla yapılan bu röportaj, onun gerçek bir vatansever, gerçek bir kahraman ve gerçek bir Müslüman olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Birinci Meclis’in Dersim Milletvekili Diyap Ağa, Atatürk’ün 1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı o tarihi konuşmada “ Meclisi âlimizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, Yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir; fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır.” diye tanımladığı Türk milletinin güzide bir ferdidir.
O okuma yazma bilmeyen Diyap Ağa, emperyalizmin pençesine düşmeden, din, namus ve vatan aşkıyla Atatürk’ün yanında Milli Harekete destek olmak için milletvekili olan, ve ayrılıkçılara karşı ülkenin bütünlüğünü savunan gerçek bir kahramandır.
Diyap Ağa, dünün ve bugünün Türkiye Cumhuriyeti karşıtı “ayrılıkçı Kürtçülerine” ders verircesine, kendisini Türk milletinin bir ferdi olarak görmüş ve göğsünü gere gere “Biz Türk’üz” demiştir.
Diyap Yıldırım, 9 Eylül 1935 tarihinde Divriği, Sivas’da 83 yaşında ölmüştür.