Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, Yunanistan’ı esasen sadece küçük bir boyutuyla ilgilendiriyor. Ne var ki Atina yönetiminin konuyu Türkiye ile müzakere etmek yerine maksimalist bir anlayışla uluslararasılaştırma çabası ve konuyla normalde ilişkisi olmayan üçüncü tarafların konuya dâhil olma girişimleri nedeniyle süreç her geçen gün farklı bir dinamiğe bürünüyor.
Görünürde Doğu Akdeniz’deki sorun, Yunanistan ile Türkiye arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmasına yönelik bir uzlaşmazlık. Ancak gerçekte mesele ne Türkiye ile Yunanistan arasındaki uzlaşmazlıkla ne bölgedeki potansiyel hidrokarbon rezervleriyle ne de Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesiyle sınırlı. Sorun, bunların hepsini kapsayacak şekilde bölgesel ve küresel sistemdeki dönüşüm ve bu dönüşümle beraber ortaya çıkmakta olan fayda ve maliyetlerle ilişkili. Doğu Akdeniz’e kıyısı bile olmayan devletlerin Atina yönetimi lehine keskin bir tavır almaları de bundan kaynaklanıyor. Bu noktada, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Yunanistan ve GKRY üzerinden Türkiye’nin etkisini sınırlandırma ve Türkiye’yi kuşatma çabalarının önemli bir aracı haline gelmeye başladı.
Yunanistan Doğu Akdeniz’de Türkiye ile sınır oluşturacak resmi bir kıta sahanlığı ilanında bulunmamakla beraber, Doğu Akdeniz’in önemli bir kısmını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile paylaşmak istemekte. İkilinin tahayyülünde Türkiye’ye “bahşedilen” Antalya Körfezi’yle sınırlı oldukça dar bir kıta sahanlığı alanı bulunuyor.
Türkiye ise Yunanistan ile GKRY’nin Doğu Akdeniz’deki oldubittilerini kabul etmediğini göstermek için bir yandan kendi kıta sahanlığını ilan edip Birleşmiş Milletler’e (BM) tescil ederken diğer yandan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Türkiye tarafından TPAO’ya verilen ruhsatlarla (Yunanistan ve GKRY’nin iddia ettiği ancak Türkiye ve KKTC’nin ilan ettiği) kıta sahanlığı alanlarında sismik araştırmalarda bulunmakta.
Süreç nispeten durağan bir görünüm arz ederken Türkiye ile Libya arasında 29 Kasım 2019’da imzalanan deniz alanlarına ilişkin mutabakat muhtırası bir dönüm noktası oldu. Zira söz konusu muhtıra Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki iddialarını tamamen ortadan kaldırır nitelikte. Bu husus, Türkiye’nin Libya özelinde ve bölge genelinde artan etkisiyle beraber düşünüldüğünde, sadece Yunanistan’ı değil, bölgede nüfuzları azalan diğer aktörleri de harekete geçirdi ve böylece gerilim tırmanmaya başladı.
Gerilimin tırmanmasını önlemek için AB dönem başkanı sıfatıyla Almanya arabulucu/uzlaştırıcı olarak devreye girdi, Türkiye sismik faaliyetlerini geçici süreliğine duraklattı, ancak Yunanistan, konjonktürden aldığı cesaretle, 6 Ağustos 2020’de Mısır’la deniz sınırı anlaşması imzalayarak süreci akamete uğrattı. Bunun üzerine Türkiye, Doğu Akdeniz’de kendi kıta sahanlığındaki sismik faaliyetlerine donanma himayesindeki Oruç Reis gemisiyle kaldığı yerden yeniden başladı.
ÜÇÜNCÜ TARAFLAR
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi kaynaklı çok sayıda uzlaşmazlık var ve iki ülke geçmişte bu sorunlar nedeniyle ciddi krizler yaşadılar. Günümüzdeki gerginliğin öncekilerden en önemli farkı, daha önce genellikle gerilimin düşürülmesi rolünü üstlenen üçüncü tarafların Yunanistan lehine harekete geçmeleri ve konuyu Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanma istekleri.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki ve bölge genelindeki hak ve menfaatlerini sınırlandırmaya yönelik kampanyada Yunanistan’ın yanında Fransa, BAE ve Mısır gibi devletler yer alıyor. Şüphesiz her bir devletin farklı çıkar hesapları bulunuyor, ancak çıkarlarının örtüştüğü noktayı, Türkiye’nin etkisinin sınırlandırılması oluşturuyor.
Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron Doğu Akdeniz’deki gelişmelerde son dönemde agresif söylemleri ve politikalarıyla ön plana çıkmakta. Macron’un Türkiye karşıtı hırçın tavrı, aslında sadece Yunanistan ve Doğu Akdeniz’le ilişkili değil. Nitekim Suriye ve Libya’da güç projeksiyonlarının akamete uğramasında Türkiye’nin etkisi olduğunu düşünen Macron, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’i Türkiye’den rövanş almanın bir aracı olarak kullanmak ve bu vesileyle bölgede yeni bir güç projeksiyonu içine girmek istiyor. Bunu gerçekleştirmek için Yunanistan ve GKRY ile derinleştirdiği ilişkilerin yanı sıra NATO ve Avrupa Birliği (AB) platformlarını da kullanmak istiyor.
Bununla beraber, son dönem gelişmeleri dikkate alındığında Macron’un NATO üzerinden Türkiye’yi yalnızlaştırma girişimi başarısızlığa uğradı. Yunanistan ve GKRY ile birlikte konuyu AB-Türkiye sorunu haline dönüştürme girişimi ise -en azından şimdilik- başarıya ulaşamamış durumda. Macron, Akdeniz’e kıyısı olan AB ülkeleriyle gerçekleştirdiği toplantıda oluşturmak istediği Türkiye karşıtı sert duruşu da elde edemedi. Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtı söylemleri, Türkiye’yi caydırmaktan ziyade, sadece Türkiye’nin kararlılığını artırdı. Son süreçte Türkiye karşıtlığı üzerinden Macron’un elde ettiği tek “başarı” Yunanistan ile GKRY üzerinde artan nüfuzu ve yaptığı silah satışları oldu.
AB açısından bakıldığında, kısa vadede istediği amaçları gerçekleştiremese de Macron’un Türkiye’yi sınırlandırma politikasında AB kartını kullanmaya devam etmesi bekleniyor. Nitekim 24-25 Eylül’de düzenlenecek AB Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi toplantısında Türkiye’ye yönelik olası yaptırımların Fransa tarafından gündeme getirilmesi ihtimali söz konusu. Üzerinde uzlaşılmış bir kıta sahanlığı alanı bulunmamasına rağmen “Türkiye’nin bir AB üyesinin egemenliğini zedelediği” argümanı üzerinden konuyu AB’nin birincil gündemi yapmaya çalışan Macron, henüz pratikte sonuç ortaya çıkaracak bir adım atabilmiş değil. Ancak Macron AB siyasetinde istediği sonucu elde etse bile bu durumun Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına ne denli etkide bulunacağı meçhul. Diğer bir deyişle, AB, Türkiye üzerinde 1990’lı yıllarda olduğu kadar etkili bir pozisyona sahip değil ve Türkiye’de Doğu Akdeniz’deki hakların korunmasına yönelik büyük bir siyasi kararlılık ve toplumsal mutabakat bulunuyor.
Öte yandan Macron’un AB’de baskın bir rol oynamak istemesinin ve son dönemde Doğu Akdeniz ve Libya’da giriştiği saldırgan faaliyetlerin, bazı AB ülkelerinde rahatsızlık oluşturduğu söylenebilir. Bu rahatsızlığın bir boyutu AB siyaseti ile doğrudan ilişkiliyken bir diğer boyutu NATO ile ilişkili. Nitekim Almanya, İspanya, İtalya, Macaristan, Malta, Bulgaristan gibi ülkeler, Macron’un Türkiye karşıtı agresif politikalarını bir AB politikası haline getirme çabasına çekinceyle yaklaşmaktalar. Ayrıca AB’nin 27 üyesinin 21’i aynı zamanda NATO üyesi. Fransa’nın Türkiye ile Yunanistan arasındaki meselede müzakereleri önceleyen tutum yerine gerginliği artıran bir tutum takınması, NATO ittifak sisteminde çatlaklara yol açabilir. Gerginliğin artması, söz konusu 21 üye haricindeki diğer NATO üyeleri tarafından da arzu edilmeyen bir gelişme olacaktır. Zira Türkiye ile Yunanistan arasında gerilimi azaltmaya yönelik teknik görüşmelerin NATO bağlamında yapıldığı dikkate alındığında, örgütün etkili fonksiyon göstermesi önem arz ediyor. Bununla beraber, AB’nin söylem düzeyinde de olsa gerginlikte Yunanistan ile dayanışma içinde olduğunu açıklaması, Paris ve Atina yönetimlerini cesaretlendiren önemli bir faktör.
Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesinin başında net bir tavır almayan ABD’nin son dönemde attığı bazı adımlarla hangi tarafa yakın olacağını yansıtmaya başladığı görülüyor. Nitekim Yunanistan’la askeri ilişkilerini geliştirmeye başlayan ABD, 1 Eylül’de GKRY’ye 1987’den beri uyguladığı silah ambargosunu -kısıtlı da olsa- kaldırma kararı aldı ve ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo adada sadece GKRY’ye yaptığı ziyarette bölgedeki gerilime ilişkin “kaygılarını” belirtti. Aynı ziyarette sorunun diyalogla ve diplomatik yollarla çözülmesi gerektiğini vurguladı. Önceki Türkiye-Yunanistan uyuşmazlıklarında ABD’nin gerilimi düşürücü rolü dikkate alındığında, şüphesiz atılan son adımlar, ABD’nin de eski pozisyonundan farklı bir tutum içine girmeye başladığını gösteriyor. Bu durumun sebepleri düşünüldüğünde, üç faktörün ön planda olduğu söylenebilir: ABD’de Kasım ayında düzenlenecek seçimler ve bu seçimlerde Yunan lobisinin önceki dönemlerden daha etkili bir rol oynamaya başlaması, ABD’de Türkiye’nin Barış Pınarı operasyonuyla birlikte artan Türkiye karşıtı havanın etkisi ve bölgesel güç mücadelesinde Türkiye’nin etkisini sınırlandırmak isteyen diğer aktörlerin ABD nezdindeki lobi faaliyetleri. Seçim sonucunda bir yönetim değişikliği olması halinde ABD’nin Yunanistan ve GKRY’yi destekleyici tutumunu daha belirgin hale getirmesi bekleniyor. Öte yandan Fransa’nın agresif tutumu ile AB ve diğer aktörlerin etkisiz pozisyonu düşünüldüğünde, krizin tırmanması veya askeri bir çatışmaya evrilmesi halinde ABD’nin gerginliği düşürücü bir rol oynaması da her zaman ihtimal dahilinde.
Doğu Akdeniz ve ötesini ilgilendiren sorun, sadece görünürdeki Türkiye-Yunanistan anlaşmazlığına indirgendiğinde bile sorunun kısa vadede çözülme ihtimali epey düşük duruyor. Zira Doğu Akdeniz’deki egemenlik alanları paylaşımı, Yunanistan’la yaşanan Ege’deki sorunlarla doğrudan ilişkili. Burada varılacak bir uzlaşma, Ege Denizi’ndeki sorunların en azından bir kısmı için emsal teşkil edecektir. Ayrıca on yıllardır çözülmeden ötelenen Ege Denizi’ndeki sorunlardan farklı olarak, bölgedeki potansiyel enerji rezervleri ve üçüncü tarafların soruna agresif bir tavırla dahil olması sorunun çözülme ihtimalini azaltıyor.
Hiçbir taraf aslında gerginliğin artmasını ve sıcak bir çatışmaya dönüşmesini arzu etmiyor. Ancak sorunun esaslı bir şekilde müzakere edilmesi önünde de ciddi engeller var. Türkiye açısından ele alındığında, konunun ön koşulsuz bir şekilde müzakere edilmesi savunulmakta. Oldubittilere meydan vermemek için de sahada sismik araştırma yapmak suretiyle tezlerinde kararlı olduğu vurgulanmakta. Bu noktada Türkiye’nin en önemli avantajı, müzakereye açık olması, hakkaniyetli bir paylaşımı savunması ve tezlerini destekleyecek güçlü bir siyasi, teknik ve askeri kapasiteye sahip olması.
Yunanistan ise Türkiye’nin ilan ettiği kıta sahanlığına karşı çıkmakta ancak konuyu müzakereye yanaşmak yerine sorunu uluslararasılaştırarak oluşturacağı siyasi baskıyla Türkiye’nin geri adım atmasını beklemekte. Diğer bir ifadeyle, Yunanistan konuyu muhatabıyla çözmeye çalışmak yerine üçüncü tarafların politikalarının arkasına sığınmayı tercih ediyor. Bu durum ise sorunun müzakereler yoluyla çözülmesi önündeki en önemli engel. Öte yandan üçüncü taraflar arasında en hırçın tavrı sergileyen Fransa’nın sorunun müzakereler yoluyla çözülmesini ne kadar istediği de tartışılmalıdır. Zira Macron yönetimi daha önce Suriye ve Libya’da nüfuz erozyonuna uğrasa da Doğu Akdeniz’deki gerilim sayesinde Yunanistan ve GKRY üzerinde etki sahibi olmaya başlamış durumda. Bu durum, Fransa’nın Beyrut’taki liman patlaması sonrasındaki Lübnan politikasından bağımsız okunamaz. Nitekim son gelişmeler Macron için yeni bir güç projeksiyonu oluşturma imkânı ortaya çıkardı.
Soruna müdahil olan aktörlerin tamamının Fransa gibi sürece olumsuz etkide bulunduğunu söylemek zor. Ancak bu aktörler ya isteksiz ya etkisiz durumda ya da sorunun çözümüne karşı duyarsız bir tavırdalar. Üçüncü tarafların soruna yapıcı bir şekilde dahil olması, sorunu çözemese bile iki ülkeye sağlıklı bir iletişim imkânı sağlayabilir. Nitekim müzakereden kaçan taraf olarak gözükmemek için gecikmeli de olsa Yunanistan’ın iletişim kanalını açması üzerine NATO çerçevesinde gerilimi düşürmeye yönelik teknik görüşmeler başlayabildi.
Sonuç olarak, sorunun kısa vadede çözülmesi zor görünse de sağlıklı iletişimin olmadığı ve müzakerelerin yapılmadığı bir ortamda gerginliğin tırmanması her zaman ihtimal dâhilinde. Müzakerelerden verimli sonuç alınabilmesi içinse Fransa’nın süreçten izole edilmesi veya agresif politikalarını sonlandırarak AB veya NATO bağlamında uzlaştırıcı ve yapıcı bir rol oynaması gerekiyor. Doğu Akdeniz’deki sorunda henüz ön plana çıkmayan GKRY konusunda Kıbrıs sorununda kapsamlı bir çözüm çerçevesi oluşturulması ve sorun çözümlenmeden Kıbrıs adası çevresindeki hidrokarbon arama ve çıkarma faaliyetlerinin dondurulması gerekir. Aksi takdirde günümüzde Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan gerginliğin bir benzerinin KKTC ile GKRY arasında da yaşanması kaçınılmaz duruyor. Böylesi bir istikrarsızlık ise üçüncü tarafların sorunlara daha fazla müdahil olmasını beraberinde getirecek ve sorunların çözüm ihtimali gittikçe zayıflayacaktır.
[Prof. Dr. Ferhat Pirinççi Bursa Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi ve SETA Güvenlik Çalışmaları Direktörlüğünde Kıdemli Araştırmacı olarak görev yapmakta olup Ortadoğu ve silahlanma üzerine çalışmaktadır]