İnsan hayatının, bir biriyle kesişen ve çatışan hadiselerle dolu bir seyir takip ettiğini yaşadıkça tecrübe ediyoruz. “Hayat iniş ve çıkışlarla doludur!” ifadesi, içinde bulunduğumuz yolculuğun olumlu ve olumsuz yönlerine işaret etmekle birlikte, aynı zamanda her türlü sürprize açık olduğunu da anlatır. Bu manada, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, üzüntü ile sevinç içi içe geçmiş daireler halinde sürekli tekrar eder.
Sahip olduğu akıl ve irade sebebiyle, kâinatın tek sorumlu varlığı olarak insandan beklenen görev, bu zıtlıklar arasında isabetli bir analiz yaparak, daima pozitif olanı gerçekleştirmek için çaba sarf etmektir. Bununla birlikte, yer küre üzerinde “iyi” de, “kötü” de ancak insanoğlunun tutum ve davranışlarının sonucu olarak ortaya çıkar. Değişik bir ifadeyle, dünyayı ideal bir hayat iklimine taşımak da, yaşanmaz bir cehennem hayatına çevirmek de insana kalmıştır.
Günümüzde, belirli coğrafyalarda kimi toplumlar refahın, zenginliğin ve sınırsız bolluğun sarhoşluğunu yaşarken, muhtelif coğrafyalarda ise insanların açlığa, yokluğa, yoksulluğa, kan ve gözyaşına mahkûm edildiklerine şahit olmaktayız.
İlahi kudretin koyduğu kurallar, kâinattaki düzenin korunması bakımından hayati öneme sahiptir. Bizi bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz (Kâf Sûresi : 16), hem dünya hem de ahiret için bizim faydamıza olan kurallar koymuş ve bunlara uygun yaşamamızı emretmiştir.
Bu temel esasların göz ardı edilmesi halinde bireysel ve toplumsal hastalıkların hayatımızı kuşatması bizim için en büyük tehlikelerden birisidir. Şayet bugün, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, amir-memur, genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın görünmeyen bir virüs salgınının çaresizliğiyle yüzleşmek zorunda kalmışsak, hayatımızın dengesini bozan yanlışlarımızın bu konuda önemli bir rolü olduğunu tefekkür etmemiz gerekir.
Bu tefekkür bizi, bütün varlığın yaratıcısına ve sahibine olan muhtaçlığımızın, dünyadaki konumumuz, zenginliğimiz ve gücümüz ne olursa olsun, esas itibariyle acizliğimizin farkına varma imkânı sağlıyorsa, davranış kalıplarımızı değiştirmek, bundan böyle daha dikkatli bir hayat sürdürmek zorundayız.
Birkaç gün önce geride bıraktığımız bayramı, herkesten uzak kalarak yaşamak zorunda kalmamız, moderniteye yenik düşen Müslümanların uzun zamandır birbirinden uzaklaşmış olmalarının sonucu gibi okunmalıdır. “Mesafeler uzak olsa da esas olan kalplerimizdeki yakınlıktır.” şeklinde mesajlarla bayram sevincimizi paylaşırken, aslında dikkatimizden kaçan ciddi bir problem vardır.
Zira asıl problemimiz, tam da olması gereken kalplerimizin yakınlığını kuramamış olmaktır. Kardeşin kardeşle geçinemediği, komşunun komşuyla anlaşamadığı, amirle memurun uzlaşamadığı, zenginle fakirin ünsiyet sağlayamadığı bir hayat bizleri, bencilliğe, ihtirasa ve yalnızlığa sürüklemiştir.
Dünya ölçeğinde de, Ramazan’a farklı günlerde başlayan, bayramı farklı günlerde kutlayan, ümmetin bir kısmı işgal, savaş, açlık gibi birçok dertle uğraşırken, diğer bir kısmının sanki olup bitenlerden haberi yokmuş gibi varlığın, gücün, lüks ve refahın nimetleri içinde bulunduğu ahlâkî ve insanî olmayan bir zamanı yaşıyoruz. Halbuki Yüce Rabbimiz “Şüphesiz bütün Mü’minler kardeştir” (Hucûrat Sûresi : 10) buyuruyordu. Bu ilahi buyruğun temelini oluşturan, hakkaniyet, adalet, sadakat, emanet ve ehliyet gibi değerleri aşındırdığımızı, bu aşınmanın İslam dünyasına çok pahalıya mal olduğunu anlamadıkça, iman kardeşliğinden bahsedilemez.
Başlıktaki soruyu tekrar sorarak yazımızı noktalayalım.
Müslümanlar gerçekten hâlâ kardeş midir?