Ramazan Ayının farz olan Oruç ibadetinin ifa edildiği bir ay olmasının yanında, kültürümüzde de ayrı bir yeri vardır.
Ramazan Ayında yardımlaşma duygularının yoğunlaştığını, iftar sofralarında oluşan manevi havayı yaşayan herkes biliyor.
Camilerde okunan mukabeleler, teravih namazlarında oluşan birlikteliğin verdiği hazzı başka hiçbir ortamda tadamayız.
Biraz geçmişe gidersek; Şair ve ediplerimiz ‘’Ramazaniyeler’’ yazmışlardır. Ramazan ayı geldiğinde, devlet büyüklerine, zamanın ileri gelenlerine ‘’kasideler’’ sunma geleneği oluşmuştur. Teravih Namazlarında her dört rekât’tan sonra bu kasideler okunur olmuş. İlahilerle birlikte, güzel sesleriyle müezzinlerimiz tarafından okunarak cemaati dinlendirmişlerdir.
Benim çocukluk yıllarımda böyle bir yaz (Ağustos) ayında, bu günkü klimaların, soğutucuların bulunmadığı bir mevsimde ramazan orucu tutuluyor. Olay, benim doğduğum (Yunak-Harunlar Köyü) ne komşu bir köyde cereyan ediyor. O zaman teravih namazlarında her köyün camisine (hoca olmak üzere okuyan) talebeler gelir, müezzinlik yapar, ilahiler okurdu. Bir nevi staj yaparlardı. Teravih namazı sonunda da cemaat bu misafire bahşiş olarak para toplar ve misafiri gönderirlerdi.
Bu komşu köyümüze Ramazanın son haftasında bir molla-talebe geliyor. Teravih kılınmaya başlanıyor. Molla, her dört rekât arasında uzun-uzun ilahi ve kasideler okuyor. İlk dört rekâtta böyle, sekiz rekâtta böyle, on iki, on altıncı rekâtta böyle uzatıp gidiyor. Hava sıcak, cemaat yorgun ve bunalmış vaziyette. Molla sonunda kaptırmış gidiyor;
Ne geç gelirsin, ne tez gidersin. Hasta gönülleri mahzun edersin.
Gitme ya! Şehr-i Ramazan. Gitme ya! Şehr-i Ramazan.
Böylece her iki beyit ardından ‘’Gitme ya! Şehr-i Ramazan’’ nakaratını söylüyor, uzayıp gidiyor.
Yarı meczup biri ayağa kalkıp şöyle sesleniyor; ‘’Yahu be adam! Koyuver de bir gitsin. Böcekli Kak’tan su içer gibi. Üzüm hoşafı içe-içe, içimiz-dışımız kurudu. Koyuver de bir gitsin artık.’’ Tabii sabrı had safhaya gelen cemaat gülüşerek dışarı kaçmışlar. Cami boşalmış, bir-kaç kişi kalmış.
Eskiden ramazan davulcuları şair ruhlu kişilerdi. Uğradığı hane önünde, hane reisinin kişiliğine yaraşır maniler söyler ve bahşişi gönül huzuru içinde hak ederdi. Çaldığı davulunu da ritimli çalardı. Kulağa hoş gelirdi. Bu günküler gibi beyinleri tırmalamazdı. Gürültü kirliliği yapmazdı.
1960’lı yıllarda Turgut Nahiyesin de meşhur Sağır Musa vardı. Nahiyede bekçiydi. Okur-yazar değildi ama bazı kelimeleri tanırdı ve imza atardı. Kulakları duymazdı (çok az duyardı). Fakat arifti, leb demeden leblebiyi anlardı. Konuştuğunuzda kelimelerinizi dudaktan okur ve anlardı. O zaman Nahiyede bir Nahiye Müdürü, bir Nüfus Müdürü, bir de Jandarma Karakolu var. Halk devlet deyince bunları biliyor. Özellikle nüfus müdüründen nüfus cüzdanı almak o kadar zor ki; devletten kadro almak kadar zor.
İşte, Bekçi Musa, devletle halk arasında bir elçi idi. Halkın sorunlarını çözmede yardımcı olur. Musa Amca, şair ruhlu bir kişiydi. Bir anda bulunduğu ortama uygun bir dörtlüğü dudakları arasından döküverirdi. Ramazan ayı geldiğinde de ramazan davulcusu olurdu. Bir kış mevsiminde ramazan ayı gelir. O zamanların kar ve kışları da bir başka. Deyim yerinde ise adam boyu kar yağıyor. Bizim yörelerde evlerin avlularında zahire kuyuları olurdu. Bir nevi ambar görevi yapardı. Yazın kaldırdığı tahılını kuyuya doldurur üzerini bir miktar samanla örter daha sonrada toprakla üzeri kapatılırdı. Kışın veya baharın kuyu açılır tahıl satılarak ihtiyaçlar giderilirdi. Bu kuyulardan biri boşalmış ama şiddetli yağan kar ve tipi kuyuyu kapatmış, görünmüyor. Musa amca böyle kuyu olan bir avlulu haneye giriyor. Kuyuya düşüyor. Kuyu 3-4 metre derinliğinde. Kendi imkânı ile çıkması zor. Davulunu başlıyor çalmaya. Arada bağırarak (kuyunun içinden) şu manileri söylüyor;
Hamur yedin doymadın mı? Hoşaf içtin kanmadın mı?
Kuyuya düştüm duymadın mı? Heyy! Kirez Aliiii.
Böyle manileri dizeleyip duruyor. Hane sahibi bir kulak veriyor. Taşlamalar tamamen kendisine geliyor. Vaziyeti anlayıp, Musa amcayı kurtarıyor.
Sene 1984’te, Sinop Amerikan Üssünde (102. Elektronik Birliğinde) Yedek Subay olarak askerlik görevimi yapıyorum. Amerikan askerleriyle beraberiz. Amerika, burada görevli asker ve sivil personeli için her türlü kurum ve tesisi kurmuş. Fakülteleri vardı. Bu fakülte de görevli (1980 yılında kendi araştırma-incelemeleri sonucu Müslüman olmuş) Doç. Abdullah’la (İhtida ettikten sonra bu ismi almış) tanışmıştım. Sonra Prof. oldu. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar ve İslam Dini’nin icaplarını yerine getirmek için gayret gösterirdi. Bir ramazan günü ziyaretine gittim. Ofisinde oturuyor. Beni görünce kalktı kucaklayarak karşıladı. Oruçlu olduğunu biliyorum fakat sigara tüttürüyordu. Kısa süren benim şaşkınlığımın ardından bana şöyle dedi; -‘’Abdullah! Sinop’ta herkes Müslüman, herkes oruç tutuyor. Çarşı’da pek çok insan yemiyor, içmiyor ama sigara içiyor. Sigara orucu bozmaz değil mi?’’
Dedim; - Hocam çarşıda gördüğün insanlar Müslüman ama kendi ihmalleri yüzünden oruç tutmuyorlar. Şayet, oruçluyken sigara içerlerse oruçları bozulur.
–Demek, sigara orucu bozar? Dedi. Bende evet, bozar dedim. Sigarasını hemen söndürüp ağzını lavaboda yıkamıştı. Anladım ki sokak ta gördüğü herkesi İslam’ın kurallarını yaşıyor zannediyor. Onların bazı davranışlarını taklit ediyordu.
Şu mübarek günleri değerlendirip, feyiz ve bereketinden istifade etmesini bilelim. Kıymetini bilmeyip te alenen günah işleyen, oruç yiyen insanlar iki kat yanlış yapıyorlar. Birisi kendileri yapmadığı için, diğeri başkalarına yanlış model oldukları içindir.
Abdullah YADİGAR-16-07-2014/ PENDİK-İstanbul