İslam dünyasının vahdet hasreti
Yüce Rabbimizin özel niteliklerle yarattığı ve gönderildikleri toplumları Allah’a davetle görevlendirdiği peygamberler, yerine getirdikleri bu vazife bakımından aralarında herhangi bir fark olmayan kişilerdir. (Bakara, 2/285) Bu nedenledir ki, bütün peygamberlerin “BİR olan ALLAH” inancını tebliğ ettikleri ve kaynağı tek olan dine “TEVHİD” adı verilmiştir. Kâinatta var olan her şeyi kudret elinde tutan Rabbimiz, iman sahiplerinin de vahdet içinde hareket etmelerini emrederek, muhatap oldukları tevhid akidesiyle mütenasip bir yapıyı gerçekleştirmelerini murâd eder. Murad-ı ilahinin bu istikamette seyretmesi, insanoğlunun yaratılış maksadına uygun davranmasına bağlanmıştır. Gerek itikat olarak TEVHİD’in
korunduğu, gerekse tevhide inanan insanların kendi aralarında VAHDET anlayışının sağlam bir şekilde gerçekleştirildiği dönemlerde insanlık çok önemli merhaleler kat etmiş, müstesna medeniyetlere şahitlik etmiştir.
Fert olarak insanın gönlünde tevhidin, toplum olarak ümmetin arasında vahdetin zayıfladığı veya köreldiği devrelerde, lütuf ve kerem sahibi Mevlâ’mız, âdemoğlunun kaybettiği vahdeti tekrar bulabilmesi için yeni bir Rasûl görevlendirmiştir. Bu zincirin son halkası olarak insanlık dünyasına, “bir Şahid, bir Müjdeci, bir Uyarıcı, bir Davetçi, bir Kandil” (Ahzâb, 33/45-46), hâsılı alemlere Rahmet olarak Hz. Peygamber (s.a.v) ilahi bir lütuf olarak gönderilmiştir.
Dünyayı teşrif ettiği dönemin ve içinde yetiştiği toplumun şirke dayalı karakteristik yapısını bütünüyle değiştirmek, tevhidi gönüllere yerleştirmek, vahdeti içtimai hayata hakim kılmak Rahmet Peygamberi (s.a.v)’nin esas gayesi olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, Rasûl-ü Ekrem vasıtasıyla iman sahiplerinin tefrikadan uzak durmasını, aralarındaki ülfetin ilahi bir nimet olduğunu fark etmelerini istemiştir:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti.” (Âl-i İmrân, 3/103)
Bu ilahi emre ilk muhatap olan Allah Rasûlü (s.a.v) tevhid mensupları arasındaki vahdeti; parmaklarını birbirine kenetleyerek “Mü’min mü’mine karşı, parçaları birbirini tahkim eden bir bina gibidir.” (Buhâri, Salât 88) şeklinde tarif etmiştir. Rasûlüllah (s.a.v)’in diğer bir benzetmeyle ortaya koyduğu vahdet anlayışı çok daha dikkat çekicidir. Sevgi ve merhamet, himaye ve muavenet gibi nitelikli vasıfları, imanlı gönülleri birbiriyle “yekvücut” hale getirmesi gereken unsurlar olarak sıralamıştır:
Müslümanlar, sadece Yüce Yaratıcıya kulluk ederek “O’nu BİR kabul ettiklerinde”, aynı vücudun uzuvları gibi hareket ederek “gönülleri birleştirdiklerinde” hiçbir şeytanın şeytanlığından, hiçbir düşmanın düşmanlığından endişe duymamışlardır. Ne var ki, son birkaç yüzyıldır, içine düştükleri tefrika illeti sebebiyle İslam binasının tuğlaları birer birer sarsılmış, bünyeyi ayakta tutan vahdeti terk ettikleri için bütün azalarının hastalığa müptela olduğu dağınık bir yapıya dönüşmüştür.
“Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhâri, Edeb 27)
Geçmişte övünç kaynağı olan büyük medeniyetler kurmuş olan Ümmet-i Muhammed onulmaz yaralar almış, asıl şiarı vahdet olması gereken mü’minler, şirazesi dağılmış bir kitabın yaprakları gibi yerlerde sürünmeye, dahili ve harici düşmanların elinde parçalanmış bir oyuncağa dönüşmüşlerdir.
Kur’an-ı Kerim’in “Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle (ihtilafa düşüp) çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz kaybolur gider.” (Enfâl, 8/46) ikazını göz ardı etmenin sonucunda bugün, aile fertlerinin birbirinden koptuğu, akrabaların birbirine sırt çevirdiği, komşuluk ilişkilerinin gittikçe zayıfladığı, günlük hayatta en basit problemlerin büyük felaketlere dönüştüğü içler acısı manzara “VAHDET” ikliminden uzaklaşmanın dahili yansımaları olmuştur. Bu hastalığın harici etkileri çok daha vahim bir niteliğe bürünmüştür. İslam’ı ve onun mensuplarını büyük bir tehlike gibi algılayanlar, İslam coğrafyası üzerinde fitne ateşinin sönmemesi için her türlü tefrikayı körüklemekte, en gelişmiş silahları
Müslüman toplumlar üzerinde test etmekte, Müslümanı Müslümana katlettirecek her türlü mekanizmayı harekete geçirmekte, sayısız insanın ölümünü, milyonlarca insanın yersiz ve yurtsuz kalmasını büyük bir keyifle(!) uzaktan seyretmektedirler.
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu acı manzara karşısında, mü’minlerin hasret kaldığı vahdeti, iman kardeşliği ekseninde yeniden tesis etmek, imanlı gönüllerde ülfet ve muhabbeti güçlendirmekten başka herhangi bir alternatifimizin olmadığı çok açıktır. Bizler, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, İman 93-94) buyurarak, cennetin imanla, imanın muhabbetle kazanılacağını ilan eden bir peygambere inanıyoruz. En büyük ve öncelikli niyazımız bu inancın gönüllerimizde, hanelerimizde, mahallemizde, şehrimizde, ülkemizde ve bütün İslam dünyasında gerçekleşmesidir.
Selam ve dua ile...